Yazar: Mustafa Ulusoy
Genel yorum, benim tarzım olan bir kitap değil. 1-2 yerde güzel fikir verse de benim için sıkıcıydı.
- Özgür değildim. Nefsimin bağımlılıkları bütün ruhumu ele geçirmişti. Nefsimin olmazsa olmaz diye önüme sürdüğü onca şeyi elde etme uğruna giriştiğim uğraşların, çabaların, boğuşmaların esareti altındaydım.
Ne içki bağımlılığım vardı ne de sigara. Bundan az da olsa gurur bile duyuyordum. Ama zevke ve lezzete müptela bir nefsim vardı. Bir anlık lezzeti baki lezzetlere tercih ediyor, lezzetsiz kalmaya tahammül edemiyordum. Dünyevi zevk ve lezzetlerin peşinde koşuyordum.
İntihar düşüncelerim yoktu. Tam tersine hayatı çok seviyordum ve ondan ayrılmak istemiyordum. Ama yaratıcı adına yaşamadığım her an aslında bir intihat, bir öldürme, yok etme, kendi irademle tercih ettiğim bir yok oluş değil miydi?
Hayatıma birden ve tümden son vermiyordum fakat yaşadığım kimi anları yokluk daracığında sallandırıyordum.
Yalan söylemediğimi düşünüyordum. En azından günlük ilişkilerde buna dikkat etmeye çalışıyordum. Ama kendi seçtiğim yalanlar üzerine kurulu bir hayat yaşıyordum. Hep birlikte kendimiz için yalanlar kuruyorduk.
- En dehşetli meselem, ebedi bir şekavetten kurtulmak olmalıydı. Ama ben göz göre göre, bile bile ahiretimi kaybediyordum. Bende bir bozukluk olmalıydı. Bu normal bir davranış değildi. Akıl karı hiç değildi. Eğer sonsuz hayatı kaybedersem bu çok büyük bir akıl noksanlığı olacaktı. Yazık olacaktı bana. Duygularıma, aklıma, ruhuma, vicdanıma. Bu, sonsuz bir zarar demekti. Fani olanı elimde tutayım derken baki olanı kaçırıyordum. Bundan daha büyük bir hastalık olabilir miydi?
- Bunca kalbi, akli, ruhi hastalığıma rağmen kimse beni akıl hastanesine yatırmıyor, üzerime kilit vurulmuyor, kimse bana deli gömleği giydirmiyor, akıl hastası nazarıyla bakmıyordu. Bunların hiçbiri olmayacaktı. Hatta tam tersine, bu zamanın çarşısında makbul olan düşünce buydu. Ama ben yine de esaret altında yaşıyordum. Kendi içimde bir kutuda sıkışıp kalmıştım, nefis adlı bir deli gömleğinin esareti altındaydım.
- Sabahtan akşama kadar çalıştıkları iş yerinin çeşitli odalarında kapalı kalmış insanlar şimdi de evlerinin odalarına varmak için sabırsızlanıyor, acele ediyor, itişiyor, engellendiklerinde kızıyordu. Odalar arası yolculuk başlamıştı.
- İnsanın kendini unutması en büyük hastalıktır.
- Çocuğunun dünyaya gelmesinde kendisini bir etken olarak gören baba için, hakimiyet kendi elinde olmalıdır. Onun her söylediği yapılmalıdır. Babaya itiraz edilmemelidir. O herşeyi bilendir, yanlış yapmaz, mükemmeldir. Çocuk, onun bir parçasıdır, çocuğun kendi başına bir anlamı yoktur. Bağımsızlığı, tercihleri olamaz. Çünkü baba olmazsa çocuk da olamaz. Kendisini, çocuğun yaşama buyur edilmesinde etken olarak gören baba, çocuğun hayatının değişik dönemlerinde de etkili olmak ister. Çocuğundan kendisini böyle görmesini bekler. Aksini hissettiğinde öfke duyar, incinir, alınır. Kendisini değersiz hisseder.
Çocuğuna ve kendisine bakışı olumsuzlaşır.
Evladına kendi bildiği doğrular çerçevesinde yaşaması için baskı uygulayabilir.
Onun, kendi doğruları dışında karar almasına razı olamaz. Bağımsızlığını
engellemeye çalışır. Ayrışma dönemi denilen ve her çocuğun yaşaması gereken,
kendisinin anne babasından farklı bir varlık olduğunu anlaması sürecini
tıkamaya çalışır. Çocuğundan, hep kendisinin bir uzantısı olmasını bekler. Onun
bireyselleşme çabalarını kendi vücudundan bir uzvun ayrılması olarak
değerlendirir. Buna tepki gösterir, incinir. Çocuğundan kendi ekseni etrafından
dönmesini talep eder. Bu tutumuyla baba çocuğuna zarar verir. Onun
bireyselliğini, kendine güvenini zayıflatır hatta ileri boyutlarda öldürür.
- Psikoloji ve psikiyatride, uzun süre çocukların
ölüm diye bir kavrama sahip olmadıkları sanıldı. Ancak bu düşünce artık
değişti. Çocukların zihninde de ölüm kavramı var. Çünkü çocukların ölümden uzak
kalmaları mümkün değil. Çevrelerinde
onca ölüm gözlüyorlar. Yakınların ölümü, aileden birinin ölümü, bir çiçeğin
solması, bir sineğin ölmesi gibi binlerce olay çocuğa” bu varlığa ne oldu”
sorusunu sorduruyor.
Ebeveyn ölümü doğru konuma oturtmadıysa, anlamlandıramadıysa, kendisi ölüm karşısında büyük bir ürküntü ve endişe duyuyorsa, ölümü yok sayarak yaşıyorsa bunu çocuğa da yansıtır ve çocuğun sorularını ölümü yok sayarak cevaplar. Böylece çocuğun ölümle ilgili yanlış kavramlar geliştirmesine, ölüm korkusu duymasına yol açarak onun psikolojik gelişimini zedeler.
O ölmedi, başka bir yere gitti gelecek sözü
ailelerin en çok yaptığı yanlışlardan birisi. Tanıdığı veya sevdiği bir kişinin
ölmesi çocuğu çok incitir diye düşünerek o kişinin ölmediğini, başka bir yere
gittiğini söylüyor. Aslında bu daha incitici. Çocuğun zihninde o kişi ona en
çok ihtiyaç duyulan zamanda neden gitmişti, artık onu sevmiyor diye mi, değer
vermiyor diye mi? Diye çocuk kendi kendine sorar.
Çocuklar ölümün farkına varınca bu olay kendi başlarına gelecek mi diye merak
eder ve anne babaya sorar. Anne-baba bu soruya çocuk üzülmesin diye “ yavrum
sen hiç ölmeyeceksin” diye cevap verebilir. Bu ise çocukta iç karmaşalığa yol
açabilir.
Çocuğa yalan söylememeli. Annesi ölen bir çocuğun annemi istiyorum, annem
nerde, ne zaman gelecek sözlerine cevap olarak annen yakında gelecek, bir yere
gitti dönecek gibi sözleri hiçbir çocuk yutmaz. Ölümün çocuktan saklanması,
çocukta şu algıyı uyandırıyor: Ölüm köyü şey, çünkü benden saklıyorlar. Kötü
olmasa saklamazlardı.
- Bilemeyiz ne zaman öleceğimizi. Bu bilinmez tarihi hiç fark etmeden uzatır uzatır ve en sonunda ölümü kendimize layık görmeyiz. Yaşama tarihini sonsuz diye atarız bu geçici dünyada. Ölüm tarihini siler geçeriz.